Dünya tarihinde, Türk’lerin ilk ana yurdu olan Orta Asya bölgelerinden zamanla ve çeşitli sebeplere dayalı olarak göçler yapılmıştır. Önceleri ‘Gök Tanrı’ inancı hakim olan Türk’lerde zamanla tevhit inancını benimsemiş ve İslâmiyet’in gelmesi ile Araplarla kültürel ve politik iş birliklerine girişilmiş, Talas Savaşı(751) ile de İslâm’ı din olarak seçmişlerdir. Anadolu’ya geçiş süreci ise Müslüman –Türk kimliği ile 1071 yılında ‘Malazgirt Zaferi’ önderi Alparslan ile sağlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun kurulması ile Anadolu topraklarında geniş yer edinen Türk’ler nice fetih ve nice zaferlerle tarihe geçmiştir. İşte, bunlardan biri dünyanın en büyük ve bazı otoriterlerce ilk kara-deniz-hava harbi olarak kabul edilen ‘Çanakkale Savaşı’dır. Çanakkale Savaşı adına çok sayıda makâle, roman şiir yazılmış ve son dönmelerde de filmler, belgeseller çevrilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu son imparatorluk yıllarını esasen, o kadar iç ve dış baskılara, Allah(c.c.)’ın lütfuyla sağ-salim atlattığı o kadar suikaste rağmen 33 yıl gibi tahtta kalarak İttihat ve Terakki’nin aşırı baskılarına dayanamayıp, devletin bekâsı için padişahlığı bırakan Sultan II.Abdülhamid Han döneminde yaşamıştır.I.Cihan harbini sezmiş olan Ulu Kâan mükemmel politikalar izlemiş,hilafet otoritesi ile Ortadoğu ve Asya’yı kısmen himayesi altına alarak müttefiklik kurmuştur. Bu süre zarfından sonra takvimler 1914’ü gösterdiğinde ‘Enver-Cemâl-Tâlat’paşaların sayesinde I.Cihan harbine girilmişti. Çok güvenilerek ve kendinden emin olarak bu talihsiz savaşa sürüklenen Osmanlı Devlet’i halkı ve aydınları buna karşıydı. Çünkü savaşa hazır bir hali yoktu. Ama olan olmuştu artık. Kafkasya, Galiçya ve çeşitli cephelerde Osmanlı hüsrana uğruyordu. 1914 Ekim’ine gelindiğinde İngiliz’lerden kaçan Alman savaş gemilerine Osmanlı Devleti, Çanakkale boğazından geçmesine izin vermişti. İngiliz’lere yapılan açıklama ise;Daha önceden sipariş edilip, parası verilen ama İngiliz’ler tarafından teslim edilmeyen gemilerimize istinaden personeliyle birlikte gemiler Osmanlı himayesine geçirilmişti. Bu savaşın başlamasına sebep olmuştu artık. Almanlar ile müttefiklik sağlanmış, İngiltere ve manda devletleri Çanakkale’ye karadan, havadan ve denizden çıkarma yapmaya çalışıyorlardı. Baş komutanlığı Alman general Liman Van Sanders, yardımcılığını ise Albay Mustafa Kemâl yapıyordu.
Kısmen özetlemeye çalıştığım Çanakkale Savaş’ı artık başlamıştı. Nusret Mayın Gemisi,denize döşediği mayınlarla işgal güçlerine sürpriz hazırlıyor, bu gemi denizde adeta devleşiyordu. Osmanlı’nın geleceği için Anadolu’nun her köşesinden ve Osmanlının himayesi altındaki devletlerden Osmanlı vatandaşları savaşa gitmek için adlarını yazdırıyorlardı. Çoğu çocuk denilecek yaşta olan bu evlatlar,devletleri için her biri vatan uğrunda şehit olmaya hazırdı. Hatta,onbeşliler türküsü Çanakkale’ye Tokat yöresinden gönderilen çoçuklar için bestelenmiştir .Bu inanç ve aşkla Çanakkale onlar için bir vazgeçilmez olmuştu. Kimi Van’dan, kimi Hakkari’den,kimi Manisa’dan,kimi Trabzon’dan kimi Kudüs’ten kimi Afyon’dan Osmanlı için geliyorlardı. Komutanlar ve nice asker Osmanlı’nın teçhizat bakımından, işgal güçlerine karşı çok yetersiz olduğunu biliyordu ama içlerindeki bu vatanseverlik ve şehâdetlik mertebesine ulaşma arzusu bu eksikliği ortadan kaldırıyor, aksine avantaj sağlıyordu.Böyle inançla sırtında giyecek doğru-dürüst bir kıyafeti olmayan, ayağına giyecek bir çizmesi bile olmayan nice kınalı kuzular büyük bir şevk ve heyecanla Türk komutan Mustafa Kemâl’in ağzından çıkacak emirleri bekliyorlardı. Ulu önderin askerlerine: “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum.’ demesi askerleri hırslandırıyordu. Atatürk’ün Nutuk’ta bahsettiği gibi ‘…okuma-yazma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyarak boşalan siperlere yani şehit düşen arkadaşların yerlerini alırken okuma bilmeyenler Kelime-i Şehadet ve tekbirlerle düşmanın üzerine koşuyorlardı…’ Çarpışmanın o kadar çetin ve siperler arası mesafenin birkaç metre olduğunu görmek için, savaş alanını gezip, bazı bölgelerde toprağı şöyle bir eşelememizde elimize gelecek olan bir mermi, iç-içe geçmiş mermiler ve yahut şarapnel parçası ile karşılaşmamız kaçınılmaz, çünkü bizzat bunu yaşadım ve hala gidenlerinde bu tür manzarayla karşılaştıklarını duymaktayım.
Başka bir perspektifle ele alırsak Çanakkale Savaşı’nı,daha doğrusu savaşı zaferle bitirmemize vesile olan sebepler ise Türk’lerin savaş anlayışıdır. Elimizde zehirli gazlar olmasına rağmen Mustafa Kemâl’in ve arkadaşlarının kabul edilemez karşılanması, mertliğe sığmaz anlayışı Türk’lerin adaletten yana olduğunun göstergesidir. Ayrıca barbar diye nitelendirilen işgal güçleri askerlerine öyle öğretilen; Türk’ler böyledir, şöyledir realiteden uzak bu öğretilerin esir düşen işgal komutanların, Türk misafirperverliğinin ve dinimizin insan anlayışı ile karşılaşınca hayretle karşılanmıştır. Birkaç metre aralıklarda bulunan siperlerde savaş sırasında atalarımız işgal askerlerine bile ikramlarda bulunduğu tarih kaynaklarında bildiriliyor. Hele hele yaralı işgal güçlerinin askerlerini tedavi edip,güvenli bölgeye bırakarak birliklerine haber veriliyordu. Bu anlayış,biz Müslüman Türk’leri yüceltiyordu onların nezdinde. İngiliz-Anzak askerlerin bizleri dogmatik bilgilerden öte,gerçekleri görmesi ile korkuları azalıyor ama neden Türk’ler hakkında yalan-yanlış bilgiler verildiğini ve niçin biz Çanakkale’deyiz diyerek sorguluyorlardı bu bilgiler işgal güçlerinin ailelerine gönderdikleri mektupta yazıyordu. Bu güzel anekdotlara rağmen, günümüze geldiğimizde misafirlik-misafirperverlik kavramlarından maalesef korkar hala geldik, işin garip tarafı bunun yani misafirliğin bayramlarda bile azalması. Ama ecdadımıza şöyle bir baktığımızda,bırakın aynı milletten olmayı, yabancılara karşı nasıl hoşgörülü misafirperverlik anlayışı sergilediğini gördük. Bu gibi bizimle bağdaşlaşmış değerlere sahip çıkmak,yozlaşmasına izin vermemek daima bizi nice zaferlere götürecektir.
İslâm çatısı altında cepheye giden askerler, Kürt, Laz,Çerkez ve diğer etnik gruplardan yüzlerce gencin yanı sıra alevi, sûnni, şii gibi değerlerdendi. Ama, hepsi ne olursa olsun Müslüman-Türk’tü. O atalarımız,benim, senin sizin daha doğrusu bizlerin dedeleri, büyükleri idi. Bu şehitler, kol kola omuz omuza ‘Allahûekber’ nidâlarıyla kurşun atmışlar ve süngü savaşına girmişler,h er biri birbirlerinin yarasını sarmış, erzağını paylaşmış,su vermiş bu atalarımızın torunları, evlatları olarak; şimdi nedendir ki birbirimize kaşımızı çatarak,sanki düşmancasına silah çeker hâle geldik, hiç düşündünüz mü? Örneğin bir elementi element yapan içerisindeki atomlardır ve onun kuvvetliliğini aralarında yaptıkları bağ ile ölçülür.Bu bağ, ne kadar sağlamsa,o element o derece enerjili ve kuvvetlidir. Böyle kabaca bilgiden hareketle bir vatanın, milletin güçlülüğüde içinde bulunduğu o topraklarda yaşayan, o toprakların havasını soluyan Anadolu’muzun her karışında her köşesinde yaşayan vatandaşlarımız arasındaki bağ, ilişki ve samimiyet kuvvetli olmalı ki bölünmez,parçalanmaz bir devlet olarak dimdik ayakta kalalım. Lâkin,Türkiye Cumhuriyeti’ni bölme politikasına giden dış güçler buna başlamış ve maalesef ilerleme kaydetmişlerdir. Bizler Çanakkale Savaşını zaferle sonlandıran 275 bin şehitlerin ve bir o kadar gazilerin evlatları olarak, buna izin vermemeliyiz, çünkü söz konusu bu toprakların bekasıdır.
Kişisel menfaatlerden öte Anadolu’muzun istikrarıdır. Dolayısıyla her ne kadar etnik-mezhep ayrımı olsa da ortak zemin İslâmiyettir .Bu düsturu anlamış olan atalarımız, cephede savaşırken bile kişisel menfaatleri bir yana bırakmıştır. Kişisel menfaatler sağlanacaksa önce vatan ve dine karşı yapılan saldırılara karşı konulmadır demişlerdir.Her ne kadar bazı tarihçiler tarafından görmezden gelinse bile, Mustafa Kemâl’inde bahsettiği gibi; ‘Zafer,maneviyatı güçlü Türk askeri sayesinde olmuştur.’ Buna örnek olarak,savaş sırasında işgal güçlerinin savaş gemisini bombalamak için,elinde son topu bulunan Seyyit Onbaşı’nın yaklaşık 275kg. ağırlığındaki topu bataryaya sürmek için ‘Bismiilah-i Allahûekber’ diyerek kaldırıp ateşlemeyi yapmasını ve düşman savaş gemisinin isabet alarak boğaz sularına gömüldüğünü bilmeyen yoktur herhalde.(Hatta,savaşdan yıllar sonra Atatürk’ün o bölgeyi ziyareti sırasında karşılaştığı Seyit Onbaşı’nın istediği sadece bir çift ayakkabı olmuştu,Gaziden. M.Kemâl Atatürk, çok duygulanmış ve ‘Bu ülke,bu yiğitlerin sırtında yükselmiştir.’diyerek onlara verdiği değeri bir kat daha dile getirmiştir). Bunu bazı çevreler şans, tesadüf gibi görerek, kamuoyuna doğal bir olay gibi gösterme arzusu,kuşkusuz bizlerin maneviyatını zedeleme amacından başka bir şey değildir. Bunlar dış mihraklara çalışan kendini bilmezlerin; ortak paydamız olan Müslümanlığa yer vermeyerek,ayrımcılık-gayrımcılık çıkarma hedefleridir.Ama bu ideallerine ulaşamıyacaklar çünkü her birimiz Çanakkale Zaferini yaşatan ecdadların nesilleriyiz, nasıl onlar birlik içinde olup düşmanı yendiyse,bizlerde bu saatten sonra daha sıkı bağlanarak bu topraklarda kardeşçe kıyamete kadar yaşayacağımızdan her birimiz emin olmalıyız.
Zafer ve fetih gibi olayları yeni nesillere aktarırken başlangıç ifadeleri hep ‘….savaşı/fethi anlatılmaz,yaşanır’ gibi içi boş sözlerle geçiştirilmek isteniyor. Tabii, belki zorlukları kastederek sağduyulu yaklaşanlar olabilir ama bu oran maalesef az. Böyle, anlatılmaz yaşanır diyerek o muzaffer insanların ne koşulda savaştıklarını, anasından, babasından, yavuklusundan, eşinden, çocuklarından yani ailesini bir kenara bırakıp sırf vatanı için cepheye gittiklerini,gittiklerinde ise bırakın her öğün yemek yemeği,bir tam günü ya bir kuru ekmek ile ya da bir tas üzüm hoşafıyla geçirdiklerini ve bu şekilde üstü-başı yırtık olan ecdadımızın sadece vatan için,bizler için zorluklara katlanarak savaştıklarını niçin anlatmayalım? Hele hele henüz doktor olmamalarına rağmen,17-19 yaşlarındaki tıbbıyedeki eğitimlerini bırakıp, cephede savaşmak ve yaralıları tedavi etmek için Çanakkale’ye gittiklerini ve hepsinin şehit düştüğünü öğrendiğimizde, tüylerimiz diken diken olup gözlerimizden yaşların akmaması bir insan olarak bana imkansız geliyor. Bu bize gösteriyorki, zaferi zafer yapan maneviyatı güçlü,alt-üst ayırt etmeksizin tüm rütbelerdeki askerlerin canla başla şehadetlik şerbetini içmek için savaştıklarını gösteriyor. Allah aşkına,bu anekdotlar anlatılmaz yaşanır diyerek analar, babalar, öğretmenler ve her büyük küçüğüne anlatmaz ise gelecek nesilin nasıl vatan sever olması beklenilirki?
Fetihleri,seferleri,kuşatmaları ve zaferleri evlatlarımıza anlatalım.Bu gerçekleri destanlaştıran şehit ve gazilerimizi analım yeri zamanı geldiğinde olayların yaşandığı bölgelere götürelim, yerinde anlatalım destanları.Üstad Mehmet Akif’in İstiklâl marşımızdaki
‘Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek,geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alslan da,bu cennet vatanı.’
dizelerinden hareketle, Çanakkale Destanını önce kendimiz anlamalı, sonra evlatlarımıza anlatmalı ki, her birimiz maneviyatı güçlü nesiller; olmalı ve yetiştirmeliyiz. Çanakkale Zaferi’ni destanlaştıran bir diğer etken ise, örf ve adetine bağlı Anadolu insanının tavrıdır. Kuşak çatışması adı altında, örf ve adetlerimizi çocuklarımıza öğretmekten çekinir olduk. Belki, kamuoyunda basit ve zararsız bir olaymış gibi üzerinde durulmayan bu tehlike, ileride toplumun yozlaşmasına ve millet, dil, din, vatan, bayrak ve namus değerlerimizin hafızalardan silinmesini, hem de yemin törenlerimizden çıkarılmasını bile isteyenler hep düşmanlarımız olmuştur ve olmaktadır. Bu kavramlarımızı benimseyip, yaşattığımız sürece,sırtımızı kimse yere getiremez.
Cenab-ı Allah bir daha böyle savaş yaşatmasın ama her zaman Çanakkale ruhunu taşıyarak, aklımızdan hiç çıkarmayarak birlik içinde olarak Türkiye’mizin kıyamete kadar bakî kalmasını sağlamalıyız.
Allah (c.c.) tüm şehitleri ve gazileri rahmet eylesin, bizleri de muzaffer eylesin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder